Labirent


“İki aynayı birbirine tutun,

olur size bir labirent.”

J.L. Borges, Yedi Gece


“İnsan sözü keşfetmez, söz gelip onu bulur.”

J.L. Borges’in cenazesinde

Papaz Montmollin’in konuşması



BOĞAZ KÖPRÜSÜ’NDEN AŞAĞI DOĞRU

– 1 –

Saat çalıyor. Bir yük gemisinin yorgun tayfalarını çağıran yemek ziline benziyor saatin sesi. Yük gemilerini kim anımsar ki? Ses yan daireden, belki de bir rüyadan geliyor. Yan dairede uyuyan birinin rüyasından. Açık balkon kapısından içeri rüzgâr doluyor. Tül perde havalanıyor. Hangi mevsimse bu, sabah serinliği tazelik veriyor. Tül perdenin eteği yatağa doğru savrulurken saatin sesi de yükseliyor. Boratin, gözleri kapalı, uzanıp saati durdurmaya çalışıyor. Eli komodinin üzerinde dolanıyor. Duruyor. Bekleyip bir daha deniyor. Saati bulamayınca gözlerini açıyor. Dışarıda tan vakti. Odadaki eşyalar belli belirsiz, karaltı halinde. Burası neresi? Hastane odasına benzemiyor. Battaniye, balkon ve pencere farklı. Evet, burası hastane değil. Sanırım eve geldim. Pencereden gökyüzü görünüyor. Komodinin öbür ucunda ilaç şişeleri duruyor. İlaçlar uyumaya yarasa da baş ağrısını dindirmeye yetmiyor. Gözleri yeniden kapanıyor. Eli yastığın üzerine düşüyor. Balkonun yakınında bir ağacın yaprakları hışırdarken, çıplak kollarını serinlik sarıyor.

Boratin gün aydınlandıktan, rüzgâr dindikten sonra uyanıyor. Tül perde sakin. Dışarıda uzak semtlerden buraya kadar birike çoğala gelen bir uğultu. Etrafa bakınıyor, daha önce de burada uyandıysa bunu anlamaya çalışıyor. Oda geniş. Duvarların fildişi rengi sade, ama karşıdaki elbise dolabının akçaağaç kaplaması fazla açık. Koyu bir ton daha iyi olurdu. Bu dolabı kim seçti, ben mi? Boratin kendi zevkinden şüphe ediyor. Dün akşam onu getirdiklerinde tanımadığı bu evin belki sabah uyandığında bazı anılar sunacağını ummuştu. Balkon kapısı, dolap ve komodin ilk kez geldiği bir otel odasını andırıyor. Sadece ilaç şişelerini biliyor. Doğrulup yatağın kenarına oturuyor. Göğsündeki ağrıyla geriliyor. Atletini sıyırıp kaburgalarına göz atıyor. Daha iyi görmek için aynanın önüne gidiyor. Sağ taraftaki kaburgalarından biri kırık. Eliyle dokunuyor. Teninin altındaki yanmayı hissediyor. Şanslıymış, öyle dediler. Tek bir kırık. Bedeninde başka hasar yok; bellek kaybını bedeninden saymıyorlar. Gözlerini kaldırıp yüzüne bakıyor. Bir hafta önce tanıştığı yüzüne. O kadar yeni. Merhaba yabancı, diyor. Aynadaki yüz, dudak hareketlerinden belli, aynı sözlerle karşılık veriyor. Dün akşamki gibi. Dün eve geldiğinde ortalık sessizdi. Bir müzeyi dolaşır gibi odaları yavaş adımlarla dolaştı, bibloların ve gitarların arasından sakınarak geçti. Hastane torbasından ilaçlarını aldı. İki bardak su içti. Aynada yüzüne baktı. Gömleğini, pantolonunu, çoraplarını çıkardı. Yatağa uzandı, gözlerini yumarak hareketsiz bekledi. Soluk alıp verişlerini saydı. Sayı saymayı unutmamıştı. Kırk bir, kırk iki, kırk üç. Sonra gitti.

Hastanede ona sakin olmasını söylemişlerdi. Belleğinizi yitirmişsiniz, korkmayın, zamanla düzeleceksiniz, demişlerdi. Önce kaburgasıyla ilgilenmişler, sonra kırık kaburgasından ve boş belleğinden bütün bir insan yaratmaya çalışan bu adamın başından neler geçtiğini merak etmişlerdi. Tuhaf, demişti doktoruna, siz benden daha çok merak ediyorsunuz beni. İşim bu, diye karşılık vermişti doktor. Belleği yitirmek ürkütücü görünebilir Boratin Bey, ama sizin durumunuz nispeten iyi. En azından cüzdanınızdan çıkan kartlardan kimliğinizi ve adresinizi biliyoruz. Siz anımsamasanız da bunlar sizin parçanız, tıpkı sırtınıza nerede ve neden yaptırdığınızı bilmediğiniz dövme gibi. Şimdilik anlam veremediğiniz, zamanla bütünleşeceğiniz şeylere sahipsiniz. Gerideki hikâyeniz ne olursa olsun belki bu dünyanın size ağır gelen bir yanından kurtulmak istediniz. Buna cüret ettiniz, hatta başardınız da. Amacınıza ummadığınız bir yolla eriştiniz. Boğaz Köprüsü’nden aşağı doğru… Bundan sonra yolunuzu daha iyi çizeceksiniz. Doktor Hanım, siz bütün hastalarınıza ilaçların yanı sıra böyle umutlar da mı veriyorsunuz? O zaman şunu açıklayın: Kendimle ilgili tek kelime barındırmayan aklım bunun dışındaki bilgilerle dolu. Antik Çağ filozoflarının adlarını, futbol takımlarının renklerini, Ay’a çıkan ilk astronotun sözlerini biliyorum. Dağarcığımda kendime dair bir iz göremiyor, adımı bile anımsamıyorum. O adı siz söylediniz, ben de kabullendim.

Aynadaki yüzümde rahatlatan bir işaret, yön gösteren bir ifade arıyorum. Kulağımı aynadaki yüze, onun ağzının olduğu yere dayıyorum. Pürüzsüz. Serin. Çağlar önce buraya sıkışmış bir dalganın uğultusunu işitiyorum. Karanlık arzular. Bir mahzenin nemli kokusu. Eskiden içinde yaşadığım ama şimdi dışına düştüğüm zamana yaklaşıyorum. Bu sefer belleğime farklı bir merdivenden inmeyi deneyecek ve geçmişin mahzenindeki mavi feneri yakacakken, bir zil sesiyle irkiliyorum. İçeriden mi geliyor ses, dışarıdan mı? Bütün gece çalan saatin ziline benziyor. Sesi izleyip koridora çıkıyorum. Kasvetli bir tablonun yanından geçiyorum. Salonun öbür ucunda kırmızı-siyah renkli bir telefon görüyorum. Durup ne yapmam gerektiğini düşünüyorum. Ben bir karara varamadan telefon susuyor. Eski tip bir ahizesi var, tuşları basmalı değil çevirmeli. Yaşlıların seveceği türden altın işlemelerle süslü. Telefon yeniden çalmaya başlıyor. Bu sefer daha kararlı. Açsam, yabancı bir ses, nasıl olduğumu soracak. Kendisini tanıtmaya gerek duymayacak. Onu tanıdığımı sanacak. Sessiz kaldığımda sorusunu yineleyecek. Bir anlık tereddüdün ardından benim yerime de konuşmaya başlayacak. Yapmamız gereken işlerden söz edecek. Bir toplantı ya da yemeği anımsatacak. Hayatın talihsizliklerinden dem vuracak. Biraz şefkat gösterdikten sonra bana kederli ses tonuyla sitem etmeye başlayacak. Dünyanın bütün kötülüklerini sayarak her kötülükte bir kurbanın adını anacak ve telefonu kapatmama fırsat vermeden kurbanların lanetini benim boynuma asacak. Ben sustukça konudan konuya geçecek. Sıra ona yaptığım iyiliklere gelince sesi yavaşlayacak, bu dünyanın nimetlerinden benim sayemde yararlandığını ama benim neden bu hale düştüğümü anlamadığını söyleyecek. Ben bunu fırsat bilip söze gireceğim. Neden bu hale düştüğümü ben de anlamıyorum, diyeceğim. Bana iyilik etmesini, hakkımda bildiği sırlar varsa hemen anlatmasını isteyeceğim. Belleğimi yitirdiğime göre bunca yıllık hayatımı da yitirdim, sıfır noktasındayım. Geçmişimi elinde tutan muhafızmış gibi ondan merhamet dileyeceğim. En iyi sözcükleri seçeceğim. Telefonun öbür ucundaki sese, aklımın bir köşesinde sıkışıp kalmış bir hikâyeden söz edeceğim. Geçmiş ne kadar uzaksa gelecek de o kadar uzak. Yıldız yollarını tanımıyorum. Bir çığın hızla yaklaştığını seziyorum, trafik seslerine karışarak, kulelerin ve gökdelenlerin ardından evrile devrile gelen bir çığın. Kalbim bana acele etmem gerektiğini söylüyor. Gidip perdeyi çekiyorum. Hiçbir yerinden ışık sızmasın diye perdeyi sıkı sıkı kapatıyorum. Telefonun sesi kesiliyor.

Snocciolerà tutte le disgrazie del mondo, e per ognuna nominerà una vittima, quindi, senza darmi l’occasione di riagganciare, mi addosserà le maledizioni delle vittime. E davanti al mio silenzio salterà da un tema all’altro. Quando sarà il turno dei favori che le ho fatto, la voce si placherà, ma dirà di non riuscire a

Burhan Sönmez (first chapter), buy the book in Turkish here

© Burhan Sönmez, 2018 © Kalem Agency
© 2019 nottetempo srl  © Walkabout agency

Leave a Reply